28 Mayıs 2012 Pazartesi

What a wonderful world - LOUIS ARMSTRONG


I see trees of green, red roses too
Yeşil ağaçları görüyorum, kızıl gülleri de

I see them bloom for me and you
Sen ve ben için açtıklarını

And I think to myself what a wonderful world.
Ve düşünüyorum kendi kendime ne harika bir dünya diye.

I see skies of blue and clouds of white
Mavi gökleri görüyorum ve beyaz bulutları

The bright blessed day, the dark sacred night
Işıkla kutsanmış gün, karanlık kutsal gece

And I think to myself what a wonderful world.
Ve düşünüyorum kendi kendime ne harika bir dünya diye.

The colors of the rainbow so pretty in the sky
Gökkuşağının renkleri ne güzeller gökyüzünde

Are also on the faces of people going by
bir de geçip giden insanların yüzlerinde

I see friends shaking hands saying how do you do
Nasılsın diyerek el sıkışan dostları görüyorum

They're really saying I love you.
Gerçekten seni seviyorum diyorlar

I hear babies cry, I watch them grow
Ağlayan bebekleri duyuyorum, büyümelerini izliyorum

They'll learn much more than I'll never know
Hiç bilmeyeceğim kadar çok şey öğrenecekler

And I think to myself what a wonderful world
Ve düşünüyorum kendi kendime ne harika bir dünya diye

Yes I think to myself what a wonderful world
Evet düşünüyorum kendi kendime ne harika bir dünya diye.

26 Mayıs 2012 Cumartesi

KANUNİNİN OĞULLARI MUSTAFA VE BEYAZIT OLAYI

Osmanlı sultanları içinde en muhteşemi olarak kabul edilen Kanuni Sultan Süleyman'ın, beş oğlu vardı: Mehmet, Mustafa, Cihangir, Bayezit ve  Selim...
          Hürrem Sultan, Kanuni'nin sonradan aşık olduğu bir Rus kızıydı. Adı da, Roksalana... Rüstem Paşa.ise, enderunda yetişmiş bir Hırvat'tı. Hürrem’in kızı ile evliydi... Hürrem'in bütün amacı, Kanuni'den sonra tahta kendi oğullarından birini geçirip, Valide Sultan olabilmekti. Bu konudaki en büyük yardımcısı ise, damadı Rüstem. O da, sadrazamlık peşinde... Halkın pek sevdiği şehzade Mustafa, Gülbahar Hatun'dan doğmuş olduğu için, en büyük kardeş olmasına rağmen, Sultan Süleyman, Hürrem'in dolduruşuyla ondan pek hazzetmezdi.... Nitekim, yaşı gereği, İstanbul'a en yakın şehzade sancağı olan Manisa Sancak Beyi iken, Hürrem'den doğma Mehmet sancakbeyliği yapacak yaşa gelince, Mustafa Amasya'ya gönderilir, yeri Mehmet’e verilir.... İkisi arasına da Konya'ya Selim gönderilir ki o da Hürrem'in oğludur. Padişahın ölümü halinde, en yakındaki şehzade saraya ulaşıp tahta oturacağı için, Osmanlı devlet geleneğini bilenler, bu düzenlemenin, Mehmet'in veliahd olarak atanması ile eş anlamlı olduğunu anlayacaklardır. İşe bakın ki, Kanuni'nin bu en sevgili oğlu, Manisa'da sancakbeyi iken, 6 Kasım 1543 günü, ölüverir. Manisa'ya Konya'daki Selim aktarılır.
           Kanuni, İran Seferi esnasında, Konya Ereğli'sine geldiği zaman, Rüstem, önceden sultana " bakınız, kendi askeri ile gelip, ordugâha katılacaktır. Niyeti isyan etmektir", dediği için, kendi birlikleri ile gelip babasına katılan şehzade, asi kabul edilir ve padişahın kendi çadırında, babasına " hoşgeldin" demeye giden oğul, isyan etti diye boğdurulur.
           Güçlü kuvvetli bir genç olan Mustafa, kendini boğmaya çalışanlarla uzun süre mücadele etmiş ve bütün o boğuşma esnasında, " Babaaa.." diye bağırarak, padişahtan yardım beklemiştir. Kanuni, o esnada, bir perdenin gerisinden olayı izlemektedir. Mustafa'ya bu şekilde gelip, ordugâha ordu ile katılma fikrini, Rüstem vermiştir. Mustafa'nın nasıl öldürüldüğünü gözleri ile gören, kardeşi Cihangir, hastalanır ve o da ölür. Böylece, Kanuni'nin yaşayan iki oğlu kalır: Manisa'da sefih bir hayat sürmekte olan Selim ve hem saray mensupları, hem de halkın sevgisini kazanmış olan, Bayezit... İkisi de, Hürrem'in oğullarıdırlar. Hürrem ve Rüstem'in amaçlarına varmalarına, bir adım kalmıştır. İkilinin padişah adayı, Bayezit'tir... İşte bu aşamada, sahneye, üçüncü bir kişi çıkar: Lala Mustafa Paşa!
               
               Kimi kaynaklara göre, Rüstem gibi bir Hırvat, başka kaynaklara göre Sokollu ailesinden Sırp bir devşirme olan bu adam, Bayezit'in çocukluğundan beri, lalası yani öğretmeni olup; onun yanında yaşamaktadır. Bu kişinin, Rüstem ile arası açıktır. Hiç sevmediği bir ikinci şahıs ise Sırp bir devşirme olan, Sokollu Mehmet'tir. Lala Mustafa'nın hesabı da sadrazamlığa oturmaktır. Oysa eğer Bayezit, Hürrem ve Rüstem'in desteği ile padişah olursa, o makam Rüstem'e kalacaktır. Dolayısıyla, kendi elinde büyüyen çocuğun padişah olması, işine gelmemektedir. Beri yandan tahta, eğer Selim çıkarsa da kendisi Bayezit'in lalası olduğu için, ikbal kapıları, yine yüzüne kapanacaktır. Lala, oyununu oynamaya girişir.
              Kütahya'da bulunan ve İstanbul'a daha yakın olması hesabıyla, tahta çıkma ihtimali daha yüksek olan kendi yetiştirmesi Bayezit'i kardeşine karşı kışkırtmaya girişir. Bayezit, sağda solda, " sultanlığın kendisine müyesser olacağını", söylemeye başlar. Bu haberler, hem Kanuni'nin ve hem de Selim'in kulağına gider. İki şehzade, karşılıklı olarak, asker toplamaya girişirler. Padişah, bu durumu toparlamak için, her iki şehzadeyi de uyarır ve Bayezit'in akıl hocası Lala Mustafa'yı, onun yanından alarak, Konya'daki Selim'in yanına gönderir. Böylece, ikisi arasında denge kurmayı hesaplamaktadır.
             Bayezit, hocasının kendi tarafında olduğunu sanmaya devam ettiği için, onun verdiği akılla, asker toplamayı sürdürür  ve Selim'e saldırı hazırlıklarına girişir. Kanuni, oğlunu uyarmak için, ona mektuplar yollar. Bayezit, endişelerini anlatmak üzere, babasına mektuplar yazar. Lala Mustafa'nın adamları, ulakların hepsini yollardan toplayıp öldürürler. Hem padişahı ve hem de şehzadeleri, lala Mustafa işine geldiği gibi birbirlerine karşı kışkırtmaya devam eder... Kanuni, oğullarının taht kavgasından bezer ve eğer bu sürtüşme devam ederse, kız kardeşinin oğlu Oğuzhan'ı veliaht tayin edeceğini söylemeye başlar. Lala Mustafa, bunu da kullanarak, Bayezit'i kardeşine saldırıp, onu ortadan kaldırarak, tahtı zorla elde etmeye ikna eder. Selim'in de babasına başvurarak, muti, söz dinleyen bir şehzade portresi çizmesini sağlar. Sonunda, Bayezıt'in ordusu, Selim'e saldırır. Anadolu Türkmenleri, Bayezit'ten yanadırlar. Buna karşılık, padişah, Selim'e dönmelerden bir ordu sağlar. Bayezit kuvvetleri, Selim'e yardıma gelmiş olan yeniçerileri tam da bozguna uğratırken, savaş meydanına yetişen taze kuvvetler, Bayezit'in askerinin dağılmasına yol açar. Bu taze kuvvetlerin başında, çocukluğundan beri Bayezit'in hocalığını yapan, bütün bu davranışlara onu kışkırtan, Lala Mustafa Paşa denilen aşağılık devşirme vardır. Padişaha, oğlunun kendine isyan ettiğini söyleyerek, isyanı bastırmak üzere gönderilen birliklerin başına geçmiştir.
           Kanuni, Bayezit'i affetmez. İran Şahı'na, oğlu ve torunlarının teslimi için öyle büyük bir baskı yapar ki, sonunda Şah, İstanbul'dan gönderilen bir heyete, Bayezit'i teslim etmek zorunda kalır. Talihsiz şehzade ve dört oğlu, hemen oracıkta boğularak öldürülürler. Ölüleri alınarak, İstanbul'a doğru, yola çıkılır. Bu uğursuz kervan, Anadolu'ya girince, halk her yerleşim biriminde, bunları taşa tutarak, geçirmez. Sonunda, cenazeleri Sivas'a gömüp, İstanbul'a kaçan katiller heyeti, halkın elinden kendi canlarını kurtarırlar.
Kanuni Sultan Süleyman'ın Oğlu Şehzade Beyazıt'la Yazışması

Güzel şiir yazan ve şiirlerinde Şahsî mahlasını {takma adını) kullanan Şehzade Beyazıt'ın babasına yazdığı manzum yakarış mektubu ile Kanunî'nin bu mektuba verdiği cevabı.

ŞEHZADE BEYAZIT'IN MEKTUBU

Ey seraser âleme Sultan Süleyman'ım baba,
Tende Canım, Canımın içinde cananım baba,
Bayezîd'ine kıyar mısın benim canım baba
Bigünahım, Hak bilür, devletlü sultanım baba.

Enbiya ser-defteri yani ki Âdem hakkıçün,
Hem dahi Musî ile îsî-i Meryem hakkıçün,
Kainatın server-i ol Ruh-i âzam hakkıçün,
Bigünahım, Hak bilür, devletlü sultanım baba.

Sanki Mecnun'um, bana dağlar başı oldu durak,
Ayrılıp bilcümle mal ü mülkten düştüm ırak,
Dökerim göz yaşını vâhasretâ, dâd-el-firak,
Bigünahım, Hak bilür, devletlü sultanım baba.

Kim sana arzeyleye hâlim,
eya şah-ı kerim, Anadan, kardeşlerimden ayrılıp kaldım yetim,
Yok benim bir zerre isyanım sana,
Hak'tır alîm, Bigünahım, Hak bilür, devletlü sultanım baba.

Bir nice ma'sumum olduğun şeha bilmez misin?
Anların kanına girmekten hazer kılmaz mısın,
Yoksa ben kulunla Hak dergahına varmaz mısın,
Bigünahım, Hak bilür, devletlü sultanım baba.

Hak Taâlâ, kim cihanın şahı etmiştir seni
Öldürüp ben kulunu, güldürme şahım düşmeni
Gözlerim nuru oğullarımdan ayırma beni
Bigünahım, Hak bilür devletlü sultanım baba

Tutalım iki elim baştan başa kanda ola,
Bu meseldir, söylenir kim "kul günah itse n'ola"
Bayezîd'in suçunu bağışla, kıyma bu kula,
Bigünahım, Hak bilür, devletlü sultanım baba.
***

KANUNÎ'NİN YANITI

mayan boynuna hergiz tavk-ı ferman'ım oğul,
Ben kıyar mıydım sana ey Bayezıt Han'im oğul,
Bigünahım dime bari, tevbe kıl canım oğul.

Enbiya vü evliya, ervah-ı âzam hakkıçün,
Nûh u İbrahim ü Ey demeden mazhar-ı tuğyan ü isyanım oğul,
TakMusî İbn-i Meryem hakkıçün,
Hatm-ı âsâr-ı nübüvvet Fahr-i Âlem hakkıçün,
Bigünahım dime bari, tevbe kıl canım oğul.

 Âdem adın itmeyen Mecnun'a sahralar durak,
Kurb-i taattan kaçanlar daima düşer ırak,
Tan değildir der isen "Vâhasretâ, dâd-el-firak"
Bigünahım dime bari, tevbe kıl canım oğul.

 Neşet-i Haktır übüvvet, ram olan olur kerim,
"Lâ-t'akul üf!" kavlini inkâr eden kalur yetim,
Taat'a, isyana âlimdir Hudavend-i azîm,
Bigünahım dime bari, tevbe kıl canım oğul.

Hak reâya-yi muti-e rai etmiştir beni,
İsterim mağlûb idem ağnâm'a zi'b-i düşmeni,
Haşelillah öldürürsem bîgüneh nâgeh seni,
Bigünahım dime bari, tevbe kıl canım oğul.

 Rahmü şefkat, ziyb-i iman olduğun bilmez misin,
Ya dem-i ma'sum'u dökmekten hazer kılmaz mısın,
Abdi âzâd ile Hak dergahına varmaz mısın,
Bigünahım dime bari, tevbe kıl canım oğul.

Tutalım iki elin baştan başa kanda ola
Çünki istiğfar idersen biz de afv-etsek n'ola
Bayezîd'im suçunu bağışlarım gelsen yola,
Bigünahım dime bari, tevbe kıl canım oğul.

24 Mayıs 2012 Perşembe

II.Selim


Biz bülbül-i muhrik-dem-i gülzâr-ı firâkız
Âteş kesilir geçse sabâ gülşenimizden

Mânâsı:  Biz ayrılığın gül bahçesinde yanık ve ateşli şarkısıyla meşgul bir bülbülüz
Sabah rüzgârı gül bahçemizden geçecek olsa, serinletmek yerine ateş olur yakar.

SADAKAT

Babaannem, şu uzun, uzunca ömründe bir defasına bari denizi görmemiş ve bu görmedi,göremedi meselesi sabah bilmez kış gecelerinde eğlenceli muhabbetiydi evimizin...Deniz şöyle,deniz böyle,ah o deniz, ne deniz, acayip bir şey yahu...İnsan ne yapıp ne etmeli,ömründe bir defa bari gidip denizi görmeli...Oysa nerde deniz,nerde bizim köy! Hani kuş uçmaz,kervan geçmez diyorlar ya , Deliorman'ın tâ göbeği... Sonra bizim buralarda, kalûbelâdan beri kadın aş evini, ocağını bilir, gezi nesinedir derler.. Derler de, babaannemin gene çıkınında lâfı bol, şöyle bir tutturdu mu,işte bin dokuz yüz kırk dörtlerde Urus buaralar gelip köylerde tekezeseler kurulunca,milletin malı mülkü bir yere yığılıp mirî malı olunca, mirî malı gene denizdir yemeyen domuzdur, çalanı çırpanı, vurguncusu tilkide pire gibi çoğalınca, yüksek yüksek binalar kurulup zina kaldırımlara inince, yuların ipi zebanilerin eline geçince,deniz denen o şeyin içine erkek merkek, kadın madın çırıl çıplak,eşkâre girme modası çıkınca, şu dünya işleri ters ters dönüp, geri geri tepince, kıyamet alâmetleri bir bir görünüp şöyle böyle kapılara dayandı diye, dinlene dinlene anlatıp durdukça ve işin acı yanı, dinleyicileri günden güne azaldıkça,onu da, denizi görme tutkusu öyle bir yakaladı,pir yakaladı...Hastalanıp yatakta kaldğı günlerde bile, ikide bir,"ay çocuklar,şu deniz denilen şeyi ölmeden vallahi bir görsem, bu fani dünyadan her nasibimi almış kadar olacağım,açık gitmeyecek gözlerim..." diye mızmızlanmaya başladı...
Bu yıl deniz boyunda bir geziye çıktık,beraberimizde onu da aldık. "aman çocuklar,bu yaşta ,neyime benim deniz...sizin hiç başka yapacak işiniz yokmuş gibi, uydunuz şeytana.. ." diye şakalaşıp durdu yolculuk esnasında,ama denizi görünce:
- Uuuuu bu da ne?- diyerek şaştı kaldı...
Sözde lâfı bol köyün masalcı Gülsüm ninesiydi,hayranlığını, anlatamadıklarını hemen de baştan savma,gelişi güzel bir uzunca "uuuu" ile geçiştiriverdi ve devam etti:
- Deniz eee! Deniz dedikleri buymuş desene...Her zaman hep böyle mi bu deniz?... Ne çok su Allahım...Rahmetinin ucu bucağı yok Tanrım...Dalgalara bakıver.Kıpır kıpır... Bir yerlerden çıkıp aceleleri varmış gibi can havli ile geliyorlar... Ne acayip şey Yarabbim...
Sonra ezber bildiği, fakat içeriklerini anlamadığı o güzelim arapça dualarını hafif bir sesle,huşu içinde okuyarak, yavaş yavaş aşağılara indi...Yaşı seksenlerde seyretse de, hep daha yardımsız yürüyebiliyordu. Kıyıya vardı, kumsala oturdu.Tek tek ayakkaplarını, çoraplarını ağır ağır çıkardı. Önce ellerini,sonra ayaklarını suya batırdı. Usulluca yüzüne bir avuç su serpti.Bir müddet böyle kalakaldı.Kendikendine söylenerek ayağa kalktı. Şalvarının paçalarını dizlerine kadar çekti,çıplak ayaklarıyla birkaç adım ilerledi... Her halde bugünkü gezi için özel olarak seçtiği,ama gelişi güzel bağlanmış, kenarları oyalı, kahverengi çemberinin altında, biraz dağınık, beyaz sümek rengi saçlarını meltem hafifçe okşarken,çocuklar kadar saf ve mutlu bir gülümseyişle dönüp ardına baktı.Orada,her zaman iftiharla,yakındakiler işitsin diye, etrafı çınlattığı "tosunlarım...çakırlarım... benim bir tanelerim" diye yüksek sesle haykırdığı ,o koskocaman delikanlı, ikiz torunları olan bizlerdik... Arkamızda Varna,önümüzde yakomazlı bir ufukla haşır neşir dalgaların gizemli denizine demir atmış birkaç vapur,tepemizde martıların kavgacı çığlıkları vardı...
Çıplak ayakları hep daha denizde,birkaç adım geri çıktı, bizi yanına çağırdı.
-Beni iyi dinleyin, diyerek konuşmaya başladı... Şu deniz dediğinizi gördüm sayılır artık...Baştan başa,boydan boya su.Su, su ve sudan başka bir şey değil... Kim ne anlatırsa anlatsın,sadece suyun acayip bir sesi var, var ama o kadar da acayip değil,tıpkı bizim Kurt Yolları'ndaki Koca Orman'da ulu meşe ağaçlarının yaprak ışıltısı gibi vışşş, vışşş, vışşş... Nesi var, biraz daha serin bunun buraları , daha nefes açıcı,sebildir,dermanı boldur böyle şeylerin... Şimdi anlıyorum gençlerin yaz günleri neden denize kaçtığını... Ne bilmiyorlar, neler bilmiyorlar!...
Hep böyle, abartılıdır babaannemin anlatmaları.Rastgele mi köyün akıl kumkuması,ünü etrafa yayılmış taşmış,masalcı Gülsüm annesiydi...
- Çocuklar, dedi,koca köyden alıp beni tâ buralara getirdiniz,zahmet ettiniz ...Muradınız neyse, nasıl desem,her şey pek alâ da,şu...
Biraz durakladı, birşeyleri hatırlamak istercesine sağ elini alnına götürdü ve onun değilmiş gibi derinlerden gelen üzüntülü bir sesle :
- Ehhh, ba çocuklar, dedeniz sağ oluverseydi ya şimdi hep beraber baksaydık denize,dedi...Zavallı birşey göremeden göçüp gitti bu dünyadan...Elli yaşlarında var yoktu...
Belki yine bugüne mahsus özel olarak kınalamış, isyan eder gibi ellerini havaya kaldırdı, denizin üstüne, çok ötelere sallayarak:
- Dedeniz çok kibardı,dedi...Camiye, cumaya giderken hep temiz gömlek ister,yakasına gül takardı.Burma sarığını al nar çiçeği fesine ağır ağır usulûnce sarar, tesbihi şöyle tutardı rahmetli...
Durakladı , bize görünmemek için yüzünü öbür tarafa çevirdi ve gözpınarlarına çökmüş o ufacık,fersiz, solgun deniz mavisi gözlerinden birkaç damla gözyaşının neden öyle ansızın dökülüp, buruşmuş yanaklarından usul usul süzüldüğünü, Karadeniz'in dur durak, ölüm nedir bilmeyen hınzırım dalgalarına karışıp, nasıl akıp gittiğini, bir sır değil ama ikiz kardeşimle başbaşa oturup konuşamadık bir türlü...

Galip Sertel