3 Haziran 2012 Pazar

Ahmet Haşim'in Hayatı ve Merdiven Şiiri


Ahmet Haşim (d 1885, Bağdat - ö 4 Haziran 1933, İstanbul), sembolizmin öncülerinden Türk şair

== Yaşamı==


Bağdat'ta doğmuştur Babası mülkiye kaymakamlarından ve Bağdad'ın eski ve bilinen ailelerinden birine mensup Hikmet Bey'dir Babasının Arabistan vilâyetlerindeki memuriyetleri sebebiyle düzensiz bir ilkokul tahsili gördü Dil olarak da aynı sebepten sadece Arapça öğrendiAnnesinin ölümü üzerine 12 yaşında babasıyla birlikte İstanbul'a geldi1897'de Galatasaray Sultanîsine yatılı olarak verildi 1907'de mezun olunca Reji İdaresine memur olarak girdi Bir taraftan da Mekteb-i Hukuk'a devam etti Birinci Dünya Savaşı'ndaki askerliği (1914 - 1918) sırasında Anadolu'nun çeşitli yerlerini görme fırsatı buldu 1924'de Paris'e 1932'de de hastalığı sebebiyle Frankfurt'a gitti Çeşitli yerlerde memur olarak çalışan Hâşim, daha çok öğretmenlik yaptı Sanâyi-i Nefise Mektebinde (Güzel Sanatlar Akademisi) mitoloji dersleri hocalığı ve Mülkiye Mektebindeki Fransızca öğretmenliği görevlerine ölünceye kadar devam ettiHâşim'in sanat ve edebiyata ilgisi Galatasaray Sultanîsinde başlar Bilinen ilk manzumesi "Leyâl-i Aşkım" 1901'de "Mecmua-i Edebiyye"de yayınlandı Bu dönemde Muallim Naci, Abdülhak Hâmid, Tevfik Fikret ve Cenab Şahabeddin'in tesiri altında kaldı Son sınıfta iken Fransız şiirini ve sembolistleri tanıdı Bundan sonra kendi şahsiyetini gösterdi ve ilk şiirlerini kitaplarına almadı1905 - 1908 tarihleri arasında yazdığı ve Piyâle kitabına aldığı "Şi'r-i Kamer" serisindeki şiirleri hayal zenginliği, iç ahenkteki kuvvet ve büyük telkin kabiliyeti ile dikkat çekti ve beğenildi1909'da kurulan Fecr-i Âtî'ye girdi "Edebiyatı ideolojinin değil, estetiğin emrine vermek" prensibinden hareket eden Fecr-i Âtî grubunun yayın organı Servet-i Fünûn dergisinde şiirler yayınladı ve Servet-i Fünûn - Edebiyat-ı Cedide) topluluğuna yapılan hücumlara makaleleriyle katıldı 1911'de yayınlanan Göl Saatleri adlı şiirleriyle haklı bir şöhret kazandı Fecr-i Atî dağıldıktan sonra siyasî ve edebî akımların dışında kendisine has bir şiir ve nesir anlayışının tek temsilcisi olarak kaldı


==Edebi kişiliği== 


Şiir anlayışını önce Dergâh'ta "Şiirde Mânâ ve Vuzuh" makalesinde, sonra da Piyâle'nin önsözünde "Şiir Hakkında Bazı Mülâhazalar" adıyla açıkladı Haşim'e göre; şiirin dili "nesir gibi anlaşılmak için değil, fakat duyulmak üzere vücut bulmuş, musiki ile söz arasında, sözden ziyade musikiye yakın"dır Bu dil bir açıklama vasıtası değil bir telkin vasıtasıdırŞiirde önemli olan "kelimenin mânâsı değil, cümledeki telaffuz kıymetidir" Şiirin anlam bakımından açık olması gerekmez"En derin ve en müessir (tesirli) şiir herkesin istediği tarzda anlayacağı" şiirdir Şiirin doğduğu yer şuuraltıdır Konu ise sadece terennüm için bir vesiledir
Bu şiir anlayışıyla sembolistlerin şiir anlayışı arasında yakınlık bulunmaktadır Ancak sembolist şiirin esas unsuru olan sembol Hâşim'in şiirlerinde yoktur Dış âleme ait gözlemlerinin iç âlemde yarattığı izlenimleri aksettiren şiirleri onun empresyonist (izlenimci) şiir anlayışından etkilendiğini göstermektedir
Şiirlerinde yalnız aruzu kullandı Çocukluk anıları, aşk ve tabiat şiirlerine hakim olan temalardır İçine kapanık ve hassas bir insan olan Hâşim'in şiirlerinde gerçek hayattan uzak, hayalî bir âleme sığınma isteği görülür 1921 e kadar yazdığı şiirlerinin dili Servet-i Fünûn dilinden farksızdır Bu tarihten sonra yazdıklarında konuşma diline yaklaştığı görülmektedirÇeşitli nazım şekillerini denedi; daha çok da serbest müstezatı tercih etti
Şiir dışında, nesir alanında fıkra, [deneme], gezi notları ve hatıra türünde yazılan yazıları da vardır Nesir dili şiirlerinden daha sadedir Nesirlerinde açık, berrak, nükteli, bazen de alaycı ve iğneleyici bir üslûp kullandı


==BİR ŞİİRİ==


MERDİVEN


Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden 
Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak 
Ve bir zaman bakacaksın semaya ağlayarak… 
Sular sarardı… Yüzün perde perde solmakta 
Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta… 


Eğilmiş arza, kanar, muttasıl kanar güller 
Durur alev gibi dallarda kanlı bülbüller 
Sular mı yandı? Neden tunca benziyor mermer? 
Bu bir lisân-ı hafîdir ki rûha dolmakta 
Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta… 


AHMET HÂŞİM 


Ünlü bir şair, Ahmet Haşim! 
Büyük bir şiir, Merdiven! 


Şiir, beşlik iki bentten oluşuyor. Ahmet Haşim, bütün şiirlerinde olduğu gibi “Merdiven” şiirinde de aruz ölçüsü kullanmış. Bir dizi sözcükte “r” sesinin kullanılıyor olması bir iç ahengin oluşumuna katkı sağlıyor. Uyaklar özenli. 


Şiir, bir ikilemeyle başlıyor. (Ağır ağır...) Merdiven, güneş rengi yapraklar, sararan sular, kızıl havalar, biten bir gün, solan bir yüz ve ağlayan insan… birinci bölümde dikkati çeken sembollerdir. 


Divan şiirinde “mazmun” denen kalıplaşmış sözler kullanılırdı ki, her biri sevgilinin bir özelliğini anlatırdı. Ahmet Haşim’in şiirinde ise bu rolü daha geniş bir işlev yüklenerek bazı semboller üstleniyor. Şiirde kullanılan bu özel sözcükler, yani semboller anlatıma sisler içinde belli belirsiz sezilen bir anlam ve ahenk sağlamaktadır. Anlam yoğunluğu sağlayan kesişim noktalarını oluşturmaktadır. 


Ahmet Haşim, “Şiir Hakkında Bazı Mülahazalar” adlı denemesinde şiir dilini “sözle musiki arasında, sözden daha çok musikiye yakın ortalama bir dil” olarak tanımlamıştı. Merdiven şiirinde bu dili ve söyleyişi yakaladığını görebiliyoruz. 


Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden 
Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak 
Ve bir zaman bakacaksın semaya ağlayarak… 
Sular sarardı… Yüzün perde perde solmakta 
Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta… 


Bu dizelerde belirgin renkler sarı, turuncu (güneş rengi yapraklar, sararan sular, solan yüz) ve kızıl’dır. Mevsimlerden sonbahar; gün içinde, akşamüzeri ve akşam saatleri… Belirgin duygu ise hüzün’dür. Hüznün nedeni, şimdilik sezilen ama giderek belirginleşen ‘kaçınılmaz bir son’dur. Hem günün sonu, hem yaz sonu, hem de gençliğin, bir ömrün sonunu düşündürmektedir bize. 


Hüzün duygusunun kaynağı hakkında, bir sona yaklaşmanın yanı sıra henüz hayattan isteklerinin, beklentilerinin gerçekleşmemiş ya da murad alamamış olmakla ilgili olduğu da söylenebilir. 


Konuşan kişi, yani anlatıcı, yani şair bir güzele seslenmektedir. Sevgiliye, bir güzele seslenildiğini ‘eteklerinde güneş rengi yapraklar’ olmasından ve göklere bakıp ağlamasından anlıyoruz. Bu şiiri yorumlayanların genellikle bu kadın figürünü yok sayıp ‘genel olarak insana, insanlığa’ seslendiğini var saymaları ilginçtir. Öyleyse şair, sevgiliye zamanın hızla geçtiğini hatırlatarak örtülü olarak bir ‘aşka davet’ te bulunuyor. Hem doğada hem sevgilide bir solma ve sona yaklaşma vardır. Hatırlatıyor. Karanlık, akşam, tüm güzellikleri örtecektir. 


“Merdiven” şiire ad olarak da kullanılan bir semboldür. Söz sanatı olarak çok sayıda açık istiarelere başvurulmuş bu dizelerde. Merdiven, x olarak düşünülürse, x’e verilen anlamlar kadar şiirde anlam çeşitliliği ve zenginliği oluşmaktadır. Merdiven’e “hayat yolu” dersek başka, “şöhrete giden yol” dersek başka, “şampiyonluğa giden yol”, “başarıya giden yol” dersek başka anlamlar ve yorumlar elde ederiz. Böylece şiirin anlamı her okuyana göre zenginleşir ve çoğalır. Her yaşa hitap edebilecek bir esneklik kazanmış olur… Buna rağmen merdivenin en genel anlamlısıyla “hayat yoluyla” eşleştirilmesi, inişleri ve çıkışlarıyla bir ömrü sembolize ettiği görüşü yaygındır. 


Eğilmiş arza, kanar, muttasıl kanar güller 


Gül, şen şakrak sevgiliyi anlatır. 
Gül, mağrurdur, alımlıdır, işvelidir, can yakar… 
Âşıkları uykusuz bırakır… 
Ama boynunu bükmüşler! 
Üzmüşler. 
Kanıyor! Sürekli acı çekiyor güller! 
Güzeller mutsuz! 
Hiç olacak şey mi? 


Durur alev gibi dallarda kanlı bülbüller 


Alev ve kan… ikisi de kırmızı… 
Kırmızı; aşkın, coşkunun rengidir. 
Güller kırmızı, bülbüller kırmızı… Bülbüller gülün aşkıyla yaralıdır. Aşkın ateşiyle nar’a dönmüşlerdir ve bekleyiştedirler. Benzetmelere yer verilmiş bu dizelerde. 
Sevenler ve sevilenler hep acı çekmektedirler. 


Sular mı yandı? Neden tunca benziyor mermer? 


Sular mı yandı? 
-Tecahülü arif sanatı yapılmış- 
Şair, bildiği halde bazı şeyleri bilmezden geliyor. -Ve istifham- 
Hiç olmayacak şeyler mi oluyor? Dünyanın sonu mu geldi? 
Sular doğal renginde değil, mermer bile kırmızıya çalıyor… 
Un var, yağ var, şeker var… 
İnsanlar neden mutsuz? 
Sevenler neden acılar çeker? 
Ömürler aşkla, bekleyişle, yaşanmamışlıklarla öylece geçer… 


Bu bir lisân-ı hafîdir ki rûha dolmakta 
Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta… 


Bu gizli bir dert, gizli bir hüzündür ki ruha dolmakta, şu kızıl havaları seyret ki bu aşk, bu coşku bir bilinmeze, bir karanlığa, kaçınılmaz bir sona doğru akmakta… Yeryüzünü baştan sona bir hüzün kaplamaktadır. 


Ve insanlar bir coşkuyu, bir güzelliği, yakıcı bir hüznü kendi içlerinde yana yana ‘bir başına akşamlar’ına taşımaktadırlar.

2 Haziran 2012 Cumartesi

Necip Fazıl Kısakürek-Kaldırımlar


KALDIRIMLAR


I


Sokaktayım, kimsesiz bir sokak ortasında;
Yürüyorum, arkama bakmadan yürüyorum.
Yolumun karanlığa saplanan noktasında,
Sanki beni bekleyen bir hayal görüyorum.


Kara gökler kül rengi bulutlarla kapanık;
Evlerin bacasını kolluyor yıldırımlar.
İn cin uykuda, yalnız iki yoldaş uyanık;
Biri benim, biri de serseri kaldırımlar.


İçimde damla damla bir korku birikiyor;
Sanıyorum, her sokak başını kesmiş devler...
Üstüme camlarını, hep simsiyah, dikiyor;
Gözüne mil çekilmiş bir âmâ gibi evler.


Kaldırımlar, çilekeş yalnızların annesi;
Kaldırımlar, içimde yaşamış bir insandır.
Kaldırımlar, duyulur, ses kesilince sesi;
Kaldırımlar, içimde kıvrılan bir lisandır.


Bana düşmez can vermek, yumuşak bir kucakta;
Ben bu kaldırımların emzirdiği çocuğum!
Aman, sabah olmasın, bu karanlık sokakta;
Bu karanlık sokakta bitmesin yolculuğum!


Ben gideyim, yol gitsin, ben gideyim, yol gitsin;
İki yanımdan aksın, bir sel gibi fenerler.
Tak, tak, ayak sesimi aç köpekler işitsin;
Yolumun zafer tâkı, gölgeden taş kemerler.


Ne sabahı göreyim, ne sabah görüneyim; 
Gündüzler size kalsın, verin karanlıkları!
Islak bir yorgan gibi, sımsıkı bürüneyim;
Örtün, üstüme örtün, serin karanlıkları.


Uzanıverse gövdem, taşlara boydan boya;
Alsa buz gibi taşlar alnımdan bu ateşi.
Dalıp, sokaklar kadar esrarlı bir uykuya,
Ölse, kaldırımların kara sevdalı eşi...


II


Başını bir gayeye satmış bir kahraman gibi,
Etinle, kemiğinle, sokakların malısın!
Kurulup şiltesine bir tahtaravan gibi,
Sonsuz mesafelerin üstünden aşmalısın!
Fahişe yataklardan kaçtığın günden beri,
Erimiş ruhlarınız bir derdin potasında.
Senin gölgeni içmiş, onun gözbebekleri;
Onun taşı erimiş, senin kafatasında.


İkinizin de ne eş, ne arkadaşınız var;
Sükût gibi münzevî, çığlık gibi hürsünüz.
Dünyada taşınacak bir kuru başınız var;
Onu da, hangi diyar olsa götürürsünüz.


Yağız atlı süvari, koştur, atını, koştur!
Sonunda kabre çıkar bu yolun kıvrımları.
Ne kaldırımlar kadar seni anlayan olur...
Ne senin anladığın kadar, kaldırımları...


Necip Fazıl KISAKÜREK
III


Bir esmer kadındır ki, kaldırımlarda gece,
Vecd içinde başı dik, hayalini sürükler.
Simsiyah gözlerine, bir ân, gözüm değince,
Yolumu bekleyen genç, haydi düş peşime der.


Ondan bir temas gibi rüzgâr beni bürür de,
Tutmak, tutmak isterim, onu göğsüme alıp.
Bir türlü yetişemem, fecre kadar yürür de,
Heyhat, o bir ince ruh, bense etten bir kalıp.


Arkamdan bir kahkaha duysam yaralanırım;
Onu bir başkasına râm oluyor sanırım,
Görsem pencerelerde soyunan bir karaltı.


Varsın, bugün bir acı duymasın gözyaşımdan;
Bana rahat bir döşek serince yerin altı,
Bilirim, kalkmayacak, bir yâr gibi başımdan...

Sezai KARAKOÇ- Mona Roza



Mona Roza şiirinin her kıtasının baş harflerine dikkat edersek Muazzez Akkayam ismi ortaya çıkar. 
Sezai Karakoç üniversitedeyken bir okul arkadaşına sevdalanır.. Fakat kendisini yakışıklı bulmadığı için ona bir türlü açılamaz.. 
Bir gün cesaretini toplayıp aşkını Muazzez Hanım´ a arzeder..Fakat reddedilince çok üzülür.. 
Neyse okullar tatil olur..Muazzez hanım Geyve´ de yazlıkta kalmaya başlar.. 
Sezai Karakoç ta tam karşısındaki yazlığın bahçesinde bahçıvan olarak çalışmaya başlar.. 
Her gün karşılıksız sevgi duyduğu sevgilisinin pencereye çıkmasını bekler.. 
Derken okul başlar Sezai evlenme teklif eder Muazzezine yine reddedilir, Muazzez sınıfın en hovarda öğrencisine aşıktır çünkü..Okul biter Muazzez hovarda delikanlı ile evlenir..Sezai karakoç 19 yaşındayken okulun kantininde yazar Mona Roza şiirini..Birgün öğrenirki o canını verecek kadar sevdiği Muazzezi mutsuz evlilik yapmış ve eşinden boşanmıştır. 
sezai karakoç katıldığı bir törende mona roza şiirini okur ve bu şiiri ilk kez orda okumuştur... 
muazze akkaya da ordadır ve bu şiirin kendine yazıldığını anlar şiir bitince salonda müthiş bir alkış tufanı kopar Sezai karakoç sahneden tam ineceği sırada Muazzez Hanım koşarak yanına gelir 
ve beni hala istiyor musun der!!! 
Sezai Karakoç çok ama çok sevmesine rağmen verdiği cevap şudur 'ARTIK MONA ROZA YAZILDI' 
Bunu duyan Muazzez eve gider ve ertesi gün muazez hanımın intahar ettiği haberi duyulur.... 
o gün bugündür Sezai Karakoç evlenmemiş ve kimseyi sevmemiştir.... 
Bu sevgi kendisini İlahi AŞKA ulaştırmıştır.. 
Bende de derin izler bırakır bu şiir.Tüm sevipte kavuşamayanlar dilerim İlahi Aşka nail olurlar.. 


MONA ROZA 

Mona Roza, siyah güller, ak güller 
Geyvenin gülleri ve beyaz yatak 
Kanadı kırık kuş merhamet ister 
Ah, senin yüzünden kana batacak 
Mona Roza siyah güller, ak güller 


Ulur aya karşı kirli çakallar 
Ürkek ürkek bakar tavşanlar dağa 
Mona Roza, bugün bende bir hal var 
Yağmur iğri iğri düşer toprağa 
Ulur aya karşı kirli çakallar 


Açma pencereni perdeleri çek 
Mona Roza seni görmemeliyim 
Bir bakışın ölmem için yetecek 
Anla Mona Roza, ben bir deliyim 
Açma pencereni perdeleri çek... 


Zeytin ağaçları söğüt gölgesi 
Bende çıkar güneş aydınlığa 
Bir nişan yüzüğü, bir kapı sesi 
Seni hatırlatıyor her zaman bana 
Zeytin ağaçları, söğüt gölgesi 


Zambaklar en ıssız yerlerde açar 
Ve vardır her vahşi çiçekte gurur 
Bir mumun ardında bekleyen rüzgar 
Işıksız ruhumu sallar da durur 
Zambaklar en ıssız yerlerde açar 


Ellerin ellerin ve parmakların 
Bir nar çiçeğini eziyor gibi 
Ellerinden belli olur bir kadın 
Denizin dibinde geziyor gibi 
Ellerin ellerin ve parmakların 


Zaman ne de çabuk geçiyor Mona 
Saat onikidir söndü lambalar 
Uyu da turnalar girsin rüyana 
Bakma tuhaf tuhaf göğe bu kadar 
Zaman ne de çabuk geçiyor Mona 


Akşamları gelir incir kuşları 
Konar bahçenin incirlerine 
Kiminin rengi ak, kimisi sarı 
Ahhh! beni vursalar bir kuş yerine 
Akşamları gelir incir kuşları 


Ki ben Mona Roza bulurum seni 
İncir kuşlarının bakışlarında 
Hayatla doldurur bu boş yelkeni 
O masum bakışlar su kenarında 
Ki ben Mona Roza bulurum seni 


Kırgın kırgın bakma yüzüme Roza 
Henüz dinlemedin benden türküler 
Benim aşkım sığmaz öyle her saza 
En güzel şarkıyı bir kurşun söyler 
Kırgın kırgın bakma yüzüme Roza 
Muazzez AKKAYA


Artık inan bana muhacir kızı 
Dinle ve kabul et itirafımı 
Bir soğuk, bir garip, bir mavi sızı 
Alev alev sardı her tarafımı 
Artık inan bana muhacir kızı 


Yağmurlardan sonra büyürmüş başak 
Meyvalar sabırla olgunlaşırmış 
Bir gün gözlerimin ta içine bak 
Anlarsın ölüler niçin yaşarmış 
Yağmurlardan sonra büyürmüş başak 


Altın bilezikler o kokulu ten 
Cevap versin bu kanlı kuş tüyüne 
Bir tüy ki can verir bir gülümsesen 
Bir tüy ki kapalı gece ve güne 
Altın bilezikler o kokulu ten 


Mona Roza siyah güller, ak güller 
Geyve'nin gülleri ve beyaz yatak 
Kanadı kırık kuş merhamet ister 
Aaahhh! senin yüzünden kana batacak! 
Mona Roza siyah güller, ak güller 

28 Mayıs 2012 Pazartesi

What a wonderful world - LOUIS ARMSTRONG


I see trees of green, red roses too
Yeşil ağaçları görüyorum, kızıl gülleri de

I see them bloom for me and you
Sen ve ben için açtıklarını

And I think to myself what a wonderful world.
Ve düşünüyorum kendi kendime ne harika bir dünya diye.

I see skies of blue and clouds of white
Mavi gökleri görüyorum ve beyaz bulutları

The bright blessed day, the dark sacred night
Işıkla kutsanmış gün, karanlık kutsal gece

And I think to myself what a wonderful world.
Ve düşünüyorum kendi kendime ne harika bir dünya diye.

The colors of the rainbow so pretty in the sky
Gökkuşağının renkleri ne güzeller gökyüzünde

Are also on the faces of people going by
bir de geçip giden insanların yüzlerinde

I see friends shaking hands saying how do you do
Nasılsın diyerek el sıkışan dostları görüyorum

They're really saying I love you.
Gerçekten seni seviyorum diyorlar

I hear babies cry, I watch them grow
Ağlayan bebekleri duyuyorum, büyümelerini izliyorum

They'll learn much more than I'll never know
Hiç bilmeyeceğim kadar çok şey öğrenecekler

And I think to myself what a wonderful world
Ve düşünüyorum kendi kendime ne harika bir dünya diye

Yes I think to myself what a wonderful world
Evet düşünüyorum kendi kendime ne harika bir dünya diye.

26 Mayıs 2012 Cumartesi

KANUNİNİN OĞULLARI MUSTAFA VE BEYAZIT OLAYI

Osmanlı sultanları içinde en muhteşemi olarak kabul edilen Kanuni Sultan Süleyman'ın, beş oğlu vardı: Mehmet, Mustafa, Cihangir, Bayezit ve  Selim...
          Hürrem Sultan, Kanuni'nin sonradan aşık olduğu bir Rus kızıydı. Adı da, Roksalana... Rüstem Paşa.ise, enderunda yetişmiş bir Hırvat'tı. Hürrem’in kızı ile evliydi... Hürrem'in bütün amacı, Kanuni'den sonra tahta kendi oğullarından birini geçirip, Valide Sultan olabilmekti. Bu konudaki en büyük yardımcısı ise, damadı Rüstem. O da, sadrazamlık peşinde... Halkın pek sevdiği şehzade Mustafa, Gülbahar Hatun'dan doğmuş olduğu için, en büyük kardeş olmasına rağmen, Sultan Süleyman, Hürrem'in dolduruşuyla ondan pek hazzetmezdi.... Nitekim, yaşı gereği, İstanbul'a en yakın şehzade sancağı olan Manisa Sancak Beyi iken, Hürrem'den doğma Mehmet sancakbeyliği yapacak yaşa gelince, Mustafa Amasya'ya gönderilir, yeri Mehmet’e verilir.... İkisi arasına da Konya'ya Selim gönderilir ki o da Hürrem'in oğludur. Padişahın ölümü halinde, en yakındaki şehzade saraya ulaşıp tahta oturacağı için, Osmanlı devlet geleneğini bilenler, bu düzenlemenin, Mehmet'in veliahd olarak atanması ile eş anlamlı olduğunu anlayacaklardır. İşe bakın ki, Kanuni'nin bu en sevgili oğlu, Manisa'da sancakbeyi iken, 6 Kasım 1543 günü, ölüverir. Manisa'ya Konya'daki Selim aktarılır.
           Kanuni, İran Seferi esnasında, Konya Ereğli'sine geldiği zaman, Rüstem, önceden sultana " bakınız, kendi askeri ile gelip, ordugâha katılacaktır. Niyeti isyan etmektir", dediği için, kendi birlikleri ile gelip babasına katılan şehzade, asi kabul edilir ve padişahın kendi çadırında, babasına " hoşgeldin" demeye giden oğul, isyan etti diye boğdurulur.
           Güçlü kuvvetli bir genç olan Mustafa, kendini boğmaya çalışanlarla uzun süre mücadele etmiş ve bütün o boğuşma esnasında, " Babaaa.." diye bağırarak, padişahtan yardım beklemiştir. Kanuni, o esnada, bir perdenin gerisinden olayı izlemektedir. Mustafa'ya bu şekilde gelip, ordugâha ordu ile katılma fikrini, Rüstem vermiştir. Mustafa'nın nasıl öldürüldüğünü gözleri ile gören, kardeşi Cihangir, hastalanır ve o da ölür. Böylece, Kanuni'nin yaşayan iki oğlu kalır: Manisa'da sefih bir hayat sürmekte olan Selim ve hem saray mensupları, hem de halkın sevgisini kazanmış olan, Bayezit... İkisi de, Hürrem'in oğullarıdırlar. Hürrem ve Rüstem'in amaçlarına varmalarına, bir adım kalmıştır. İkilinin padişah adayı, Bayezit'tir... İşte bu aşamada, sahneye, üçüncü bir kişi çıkar: Lala Mustafa Paşa!
               
               Kimi kaynaklara göre, Rüstem gibi bir Hırvat, başka kaynaklara göre Sokollu ailesinden Sırp bir devşirme olan bu adam, Bayezit'in çocukluğundan beri, lalası yani öğretmeni olup; onun yanında yaşamaktadır. Bu kişinin, Rüstem ile arası açıktır. Hiç sevmediği bir ikinci şahıs ise Sırp bir devşirme olan, Sokollu Mehmet'tir. Lala Mustafa'nın hesabı da sadrazamlığa oturmaktır. Oysa eğer Bayezit, Hürrem ve Rüstem'in desteği ile padişah olursa, o makam Rüstem'e kalacaktır. Dolayısıyla, kendi elinde büyüyen çocuğun padişah olması, işine gelmemektedir. Beri yandan tahta, eğer Selim çıkarsa da kendisi Bayezit'in lalası olduğu için, ikbal kapıları, yine yüzüne kapanacaktır. Lala, oyununu oynamaya girişir.
              Kütahya'da bulunan ve İstanbul'a daha yakın olması hesabıyla, tahta çıkma ihtimali daha yüksek olan kendi yetiştirmesi Bayezit'i kardeşine karşı kışkırtmaya girişir. Bayezit, sağda solda, " sultanlığın kendisine müyesser olacağını", söylemeye başlar. Bu haberler, hem Kanuni'nin ve hem de Selim'in kulağına gider. İki şehzade, karşılıklı olarak, asker toplamaya girişirler. Padişah, bu durumu toparlamak için, her iki şehzadeyi de uyarır ve Bayezit'in akıl hocası Lala Mustafa'yı, onun yanından alarak, Konya'daki Selim'in yanına gönderir. Böylece, ikisi arasında denge kurmayı hesaplamaktadır.
             Bayezit, hocasının kendi tarafında olduğunu sanmaya devam ettiği için, onun verdiği akılla, asker toplamayı sürdürür  ve Selim'e saldırı hazırlıklarına girişir. Kanuni, oğlunu uyarmak için, ona mektuplar yollar. Bayezit, endişelerini anlatmak üzere, babasına mektuplar yazar. Lala Mustafa'nın adamları, ulakların hepsini yollardan toplayıp öldürürler. Hem padişahı ve hem de şehzadeleri, lala Mustafa işine geldiği gibi birbirlerine karşı kışkırtmaya devam eder... Kanuni, oğullarının taht kavgasından bezer ve eğer bu sürtüşme devam ederse, kız kardeşinin oğlu Oğuzhan'ı veliaht tayin edeceğini söylemeye başlar. Lala Mustafa, bunu da kullanarak, Bayezit'i kardeşine saldırıp, onu ortadan kaldırarak, tahtı zorla elde etmeye ikna eder. Selim'in de babasına başvurarak, muti, söz dinleyen bir şehzade portresi çizmesini sağlar. Sonunda, Bayezıt'in ordusu, Selim'e saldırır. Anadolu Türkmenleri, Bayezit'ten yanadırlar. Buna karşılık, padişah, Selim'e dönmelerden bir ordu sağlar. Bayezit kuvvetleri, Selim'e yardıma gelmiş olan yeniçerileri tam da bozguna uğratırken, savaş meydanına yetişen taze kuvvetler, Bayezit'in askerinin dağılmasına yol açar. Bu taze kuvvetlerin başında, çocukluğundan beri Bayezit'in hocalığını yapan, bütün bu davranışlara onu kışkırtan, Lala Mustafa Paşa denilen aşağılık devşirme vardır. Padişaha, oğlunun kendine isyan ettiğini söyleyerek, isyanı bastırmak üzere gönderilen birliklerin başına geçmiştir.
           Kanuni, Bayezit'i affetmez. İran Şahı'na, oğlu ve torunlarının teslimi için öyle büyük bir baskı yapar ki, sonunda Şah, İstanbul'dan gönderilen bir heyete, Bayezit'i teslim etmek zorunda kalır. Talihsiz şehzade ve dört oğlu, hemen oracıkta boğularak öldürülürler. Ölüleri alınarak, İstanbul'a doğru, yola çıkılır. Bu uğursuz kervan, Anadolu'ya girince, halk her yerleşim biriminde, bunları taşa tutarak, geçirmez. Sonunda, cenazeleri Sivas'a gömüp, İstanbul'a kaçan katiller heyeti, halkın elinden kendi canlarını kurtarırlar.
Kanuni Sultan Süleyman'ın Oğlu Şehzade Beyazıt'la Yazışması

Güzel şiir yazan ve şiirlerinde Şahsî mahlasını {takma adını) kullanan Şehzade Beyazıt'ın babasına yazdığı manzum yakarış mektubu ile Kanunî'nin bu mektuba verdiği cevabı.

ŞEHZADE BEYAZIT'IN MEKTUBU

Ey seraser âleme Sultan Süleyman'ım baba,
Tende Canım, Canımın içinde cananım baba,
Bayezîd'ine kıyar mısın benim canım baba
Bigünahım, Hak bilür, devletlü sultanım baba.

Enbiya ser-defteri yani ki Âdem hakkıçün,
Hem dahi Musî ile îsî-i Meryem hakkıçün,
Kainatın server-i ol Ruh-i âzam hakkıçün,
Bigünahım, Hak bilür, devletlü sultanım baba.

Sanki Mecnun'um, bana dağlar başı oldu durak,
Ayrılıp bilcümle mal ü mülkten düştüm ırak,
Dökerim göz yaşını vâhasretâ, dâd-el-firak,
Bigünahım, Hak bilür, devletlü sultanım baba.

Kim sana arzeyleye hâlim,
eya şah-ı kerim, Anadan, kardeşlerimden ayrılıp kaldım yetim,
Yok benim bir zerre isyanım sana,
Hak'tır alîm, Bigünahım, Hak bilür, devletlü sultanım baba.

Bir nice ma'sumum olduğun şeha bilmez misin?
Anların kanına girmekten hazer kılmaz mısın,
Yoksa ben kulunla Hak dergahına varmaz mısın,
Bigünahım, Hak bilür, devletlü sultanım baba.

Hak Taâlâ, kim cihanın şahı etmiştir seni
Öldürüp ben kulunu, güldürme şahım düşmeni
Gözlerim nuru oğullarımdan ayırma beni
Bigünahım, Hak bilür devletlü sultanım baba

Tutalım iki elim baştan başa kanda ola,
Bu meseldir, söylenir kim "kul günah itse n'ola"
Bayezîd'in suçunu bağışla, kıyma bu kula,
Bigünahım, Hak bilür, devletlü sultanım baba.
***

KANUNÎ'NİN YANITI

mayan boynuna hergiz tavk-ı ferman'ım oğul,
Ben kıyar mıydım sana ey Bayezıt Han'im oğul,
Bigünahım dime bari, tevbe kıl canım oğul.

Enbiya vü evliya, ervah-ı âzam hakkıçün,
Nûh u İbrahim ü Ey demeden mazhar-ı tuğyan ü isyanım oğul,
TakMusî İbn-i Meryem hakkıçün,
Hatm-ı âsâr-ı nübüvvet Fahr-i Âlem hakkıçün,
Bigünahım dime bari, tevbe kıl canım oğul.

 Âdem adın itmeyen Mecnun'a sahralar durak,
Kurb-i taattan kaçanlar daima düşer ırak,
Tan değildir der isen "Vâhasretâ, dâd-el-firak"
Bigünahım dime bari, tevbe kıl canım oğul.

 Neşet-i Haktır übüvvet, ram olan olur kerim,
"Lâ-t'akul üf!" kavlini inkâr eden kalur yetim,
Taat'a, isyana âlimdir Hudavend-i azîm,
Bigünahım dime bari, tevbe kıl canım oğul.

Hak reâya-yi muti-e rai etmiştir beni,
İsterim mağlûb idem ağnâm'a zi'b-i düşmeni,
Haşelillah öldürürsem bîgüneh nâgeh seni,
Bigünahım dime bari, tevbe kıl canım oğul.

 Rahmü şefkat, ziyb-i iman olduğun bilmez misin,
Ya dem-i ma'sum'u dökmekten hazer kılmaz mısın,
Abdi âzâd ile Hak dergahına varmaz mısın,
Bigünahım dime bari, tevbe kıl canım oğul.

Tutalım iki elin baştan başa kanda ola
Çünki istiğfar idersen biz de afv-etsek n'ola
Bayezîd'im suçunu bağışlarım gelsen yola,
Bigünahım dime bari, tevbe kıl canım oğul.

24 Mayıs 2012 Perşembe

II.Selim


Biz bülbül-i muhrik-dem-i gülzâr-ı firâkız
Âteş kesilir geçse sabâ gülşenimizden

Mânâsı:  Biz ayrılığın gül bahçesinde yanık ve ateşli şarkısıyla meşgul bir bülbülüz
Sabah rüzgârı gül bahçemizden geçecek olsa, serinletmek yerine ateş olur yakar.

SADAKAT

Babaannem, şu uzun, uzunca ömründe bir defasına bari denizi görmemiş ve bu görmedi,göremedi meselesi sabah bilmez kış gecelerinde eğlenceli muhabbetiydi evimizin...Deniz şöyle,deniz böyle,ah o deniz, ne deniz, acayip bir şey yahu...İnsan ne yapıp ne etmeli,ömründe bir defa bari gidip denizi görmeli...Oysa nerde deniz,nerde bizim köy! Hani kuş uçmaz,kervan geçmez diyorlar ya , Deliorman'ın tâ göbeği... Sonra bizim buralarda, kalûbelâdan beri kadın aş evini, ocağını bilir, gezi nesinedir derler.. Derler de, babaannemin gene çıkınında lâfı bol, şöyle bir tutturdu mu,işte bin dokuz yüz kırk dörtlerde Urus buaralar gelip köylerde tekezeseler kurulunca,milletin malı mülkü bir yere yığılıp mirî malı olunca, mirî malı gene denizdir yemeyen domuzdur, çalanı çırpanı, vurguncusu tilkide pire gibi çoğalınca, yüksek yüksek binalar kurulup zina kaldırımlara inince, yuların ipi zebanilerin eline geçince,deniz denen o şeyin içine erkek merkek, kadın madın çırıl çıplak,eşkâre girme modası çıkınca, şu dünya işleri ters ters dönüp, geri geri tepince, kıyamet alâmetleri bir bir görünüp şöyle böyle kapılara dayandı diye, dinlene dinlene anlatıp durdukça ve işin acı yanı, dinleyicileri günden güne azaldıkça,onu da, denizi görme tutkusu öyle bir yakaladı,pir yakaladı...Hastalanıp yatakta kaldğı günlerde bile, ikide bir,"ay çocuklar,şu deniz denilen şeyi ölmeden vallahi bir görsem, bu fani dünyadan her nasibimi almış kadar olacağım,açık gitmeyecek gözlerim..." diye mızmızlanmaya başladı...
Bu yıl deniz boyunda bir geziye çıktık,beraberimizde onu da aldık. "aman çocuklar,bu yaşta ,neyime benim deniz...sizin hiç başka yapacak işiniz yokmuş gibi, uydunuz şeytana.. ." diye şakalaşıp durdu yolculuk esnasında,ama denizi görünce:
- Uuuuu bu da ne?- diyerek şaştı kaldı...
Sözde lâfı bol köyün masalcı Gülsüm ninesiydi,hayranlığını, anlatamadıklarını hemen de baştan savma,gelişi güzel bir uzunca "uuuu" ile geçiştiriverdi ve devam etti:
- Deniz eee! Deniz dedikleri buymuş desene...Her zaman hep böyle mi bu deniz?... Ne çok su Allahım...Rahmetinin ucu bucağı yok Tanrım...Dalgalara bakıver.Kıpır kıpır... Bir yerlerden çıkıp aceleleri varmış gibi can havli ile geliyorlar... Ne acayip şey Yarabbim...
Sonra ezber bildiği, fakat içeriklerini anlamadığı o güzelim arapça dualarını hafif bir sesle,huşu içinde okuyarak, yavaş yavaş aşağılara indi...Yaşı seksenlerde seyretse de, hep daha yardımsız yürüyebiliyordu. Kıyıya vardı, kumsala oturdu.Tek tek ayakkaplarını, çoraplarını ağır ağır çıkardı. Önce ellerini,sonra ayaklarını suya batırdı. Usulluca yüzüne bir avuç su serpti.Bir müddet böyle kalakaldı.Kendikendine söylenerek ayağa kalktı. Şalvarının paçalarını dizlerine kadar çekti,çıplak ayaklarıyla birkaç adım ilerledi... Her halde bugünkü gezi için özel olarak seçtiği,ama gelişi güzel bağlanmış, kenarları oyalı, kahverengi çemberinin altında, biraz dağınık, beyaz sümek rengi saçlarını meltem hafifçe okşarken,çocuklar kadar saf ve mutlu bir gülümseyişle dönüp ardına baktı.Orada,her zaman iftiharla,yakındakiler işitsin diye, etrafı çınlattığı "tosunlarım...çakırlarım... benim bir tanelerim" diye yüksek sesle haykırdığı ,o koskocaman delikanlı, ikiz torunları olan bizlerdik... Arkamızda Varna,önümüzde yakomazlı bir ufukla haşır neşir dalgaların gizemli denizine demir atmış birkaç vapur,tepemizde martıların kavgacı çığlıkları vardı...
Çıplak ayakları hep daha denizde,birkaç adım geri çıktı, bizi yanına çağırdı.
-Beni iyi dinleyin, diyerek konuşmaya başladı... Şu deniz dediğinizi gördüm sayılır artık...Baştan başa,boydan boya su.Su, su ve sudan başka bir şey değil... Kim ne anlatırsa anlatsın,sadece suyun acayip bir sesi var, var ama o kadar da acayip değil,tıpkı bizim Kurt Yolları'ndaki Koca Orman'da ulu meşe ağaçlarının yaprak ışıltısı gibi vışşş, vışşş, vışşş... Nesi var, biraz daha serin bunun buraları , daha nefes açıcı,sebildir,dermanı boldur böyle şeylerin... Şimdi anlıyorum gençlerin yaz günleri neden denize kaçtığını... Ne bilmiyorlar, neler bilmiyorlar!...
Hep böyle, abartılıdır babaannemin anlatmaları.Rastgele mi köyün akıl kumkuması,ünü etrafa yayılmış taşmış,masalcı Gülsüm annesiydi...
- Çocuklar, dedi,koca köyden alıp beni tâ buralara getirdiniz,zahmet ettiniz ...Muradınız neyse, nasıl desem,her şey pek alâ da,şu...
Biraz durakladı, birşeyleri hatırlamak istercesine sağ elini alnına götürdü ve onun değilmiş gibi derinlerden gelen üzüntülü bir sesle :
- Ehhh, ba çocuklar, dedeniz sağ oluverseydi ya şimdi hep beraber baksaydık denize,dedi...Zavallı birşey göremeden göçüp gitti bu dünyadan...Elli yaşlarında var yoktu...
Belki yine bugüne mahsus özel olarak kınalamış, isyan eder gibi ellerini havaya kaldırdı, denizin üstüne, çok ötelere sallayarak:
- Dedeniz çok kibardı,dedi...Camiye, cumaya giderken hep temiz gömlek ister,yakasına gül takardı.Burma sarığını al nar çiçeği fesine ağır ağır usulûnce sarar, tesbihi şöyle tutardı rahmetli...
Durakladı , bize görünmemek için yüzünü öbür tarafa çevirdi ve gözpınarlarına çökmüş o ufacık,fersiz, solgun deniz mavisi gözlerinden birkaç damla gözyaşının neden öyle ansızın dökülüp, buruşmuş yanaklarından usul usul süzüldüğünü, Karadeniz'in dur durak, ölüm nedir bilmeyen hınzırım dalgalarına karışıp, nasıl akıp gittiğini, bir sır değil ama ikiz kardeşimle başbaşa oturup konuşamadık bir türlü...

Galip Sertel

27 Nisan 2012 Cuma

abe şair
bizim de bir çift sözümüz var
"aşka dair"

o meretten biz de çakarız
biraz

deli çığlıklar atıp avaz avaz
burnumun dibinden gelip geçti yaz
sarı
tahta vagonları
ter, tütün ve ot kokan
bir tren gibi

halbuki ben
istiyordum ki gelsin o
kırmızı bakır bakracında bana
sıcak süt getiren gibi...

fakat neylersin
yaz böyle gelmedi
yaz böyle gelmiyor
böyle gelmiyor... hay anasını... şey...

eeeeeey
kızım, annem, karım, kardeşim
sen
başında güneşler esen
altın gözlü çocuk
altın gözlü çocuğum benim

deli çığlıklar atıp avaz avaz
burnumun dibinden gelip geçti yaz
ben bir demet mor menekşe olsun
getiremedim
sana

ne haltedek
dostların karnı açtı
kıydık menekşe parasına!
ne sıkıcı bir gün...